Sizce toplumun düzelmesi için en önemli etken nedir?

30 Nisan 2014 Çarşamba

ÖLÜM ÜZERİNE DÜŞÜNMELER

“ İki kapılı bir handa gidiyorum gündüz gece…”

                                                          Âşık Veysel

Belki siz bu satırları okurken öleceksiniz belki yazıyı beğenmeyip eleştirdikten sonra.
Belki de bu yazı ölümünüzden önce size okuma fırsatı tanınmış son yazıdır.
Ölüm geldi mi ne bir dakika geri alabiliriz ne de bir dakika ileri muhabbetine ve yukarıdaki muhabbetlere de girecek değilim elbette.

Siz de biliyorsunuz, ne de olsa çok dinlediniz. 
Allah ömrümüzü hayırlı ve bereketli kılsın.
Ve de Kuranı Kerim okumak varken bu yazı da neyin nesi, neyin fırsatı?
İlkyazımın konusunu ölüm seçtim. Herhâlde ruh halimle ilgili ya da bundan sonra yazacak fırsatım olmayabilir diye düşündüm veya basitçe en gerçeğinden başlamak istedim.
Bir gün içerisinde çoğumuz belki saçma sapan şeylere seviniyoruz belki de gerçekler üzüyor bizi.
Ne hakiki sevinçler için fırsat kolluyoruzdur belki!
Belki de bazı gerçekleri haddinden fazla ciddiye alıp ve bazılarını ıskalıyoruzdur.
Türkülerimiz de bile, bile dedim çünkü inançlarımızı türkülerden almıyoruz, han  ‘bekleme, dinlenme, yolculuk için hazırlık yapma yeri ‘ olarak geçiyorsa, dünyaya nasıl, doğuma nasıl, ölüme nasıl bakmalıyız?
Muhakkak Âşık Veysel doğumu bir kapı, ölümü diğer kapı saymış ve de bu kadar güzel tercüman olmuş duygularımızın bazılarına.
Sorunumuz belki de han ı yanlış anlamamızdır
Mücahitlik olacaktı o müteahhitlik değil.  
Han’ı otel anlayıp yatanımızda çok belki!
Hazırlıksız yola çıkanımız,
Veya dört nala öteki tarafa kaçanımız da.
Allah her birimizi ölüme ve ahirete hazırlık yapan kullarından eylesin.
İlla ki hepimiz öleceğiz bunu bilmeyenimiz yok.
Tekrar ederek Cuma hutbesi moduna girmek istemiyorum. Necip Fazıl’ın bir sözüne denk geldim geçenlerde : ‘Ölüm herkesin başına gelir,
ama geç ama erken. Ya kazanırken ya da kazandığını yerken. ‘
Ne ölümden çok korkmak gerek ne de umursamamak ve de önemli olan helalinden kazanmak ve helalinden yemek ve şükretmek.

“Gelecek ben olmasam da olur; bense bugün yaşamak istiyorum.” diyecekler olacaktır elbette.                                                                                                         Ama yapacağı tüm itirazlar ölümünü onaylayacaksa?
Makul yaşayabilme talebi inkâr olacaksa?                                                               Geçerli arzuları paranoya sayılacaksa?
Yasama arzusu bir canavar çıkaracaksa meydana?
Ya yaşama arzusu ya da imanlı ölüm karşılaştırılacaksa?
Ya sonsuzluk ya da “bir ömür” yaşama sunulacaksa?  
Her birerimiz nasıl ölecek acaba?
Neyi umutlarken, kimi severken, kimle vedalaşamadan önce, kimi unutamadan  sonra, kime naz yaparken, kimden su isterken, hangi gün , hangi memlekette , hangi zekatımızı ödemekten kaçınırken, hangi futbol maçından sonra ,hangi sevdiğimizle beraber öleceğiz veya hangi doymaz siyasetçiler öldükten hemen sonra?
Nasıl öleceğimizi göz önünde canlandırmak için geniş bir hayal dünyasına veya böyle bir tahmine de ihtiyacımız varmıdır acaba?
Şunu biliyoruz ki kimsenin devredemeyeceği gerçekleri vardır ölüm de bunlardan biridir.
Başka merak etmediğim sorular da yok değil:
Herkesin iki yaşam hakkı olsaydı yani bir kere öldükten sonra öldüğü yerden devam etseydi ikinci hayatına!
İkinci hayatını baştan aşağı kaç kişi değiştirirdi?                                                                                                                                                     Acaba sırf meraktan dolayı ilk hakkını kaç kişi harcardı?
Büyük belalardan sonra ilk hakkında veya ikincisinde kaç kişi intihar ederdi?
Kaç tedbirli kötü günün kötüsü var diyerek hiçbirini harcamak istemezdi?
Kaç öldürülen tekrar dirilip düşmanını aynı anda öldürmek isterdi veya ikinciyi de harcamayayım diye sessizce yol alırdı?
Kaç kişi dünyayı; kaç kişi ölümü abarttığını düşünürdü?                                                                                                                                                    Şimdiki haliyle mi daha gerçekçi kalırdı ölüm yoksa ilkini harcadıktan sonra daha mı?                                                                                                                                                                         ‘Say ki öldün; Yalvardın, yakardın, sana bir gün daha verildi. Bugünü o gün bil öyle yaşa ‘ buyurmuş İmamı Gazali.
Sizleri Allaha emanet ediyorum ve anneciğimin duasıyla bitiriyorum.

Allah yüzünüze baka…

6 SAAT UYKU

Bismillahirrahmanirrahim!

"Gerçek Müslüman". Evet olmaya en çok can attığımız şahsiyet. Kimisi saf ibadetle bu seviyeyi yakalamaya çalışır, kimisi de iyi insan olmanın, iyilikler yapmanın bu sıfata layık olmaya yeteceğini düşünür. Ben burada bir bilirkişi gözüyle bakamam konuya, zira en doğrusunu Allah (c.c) bilir. Ama dediğimiz gibi karınca kararınca bir bakış açısı daha kazandırmak isterim değerli okurumuza. 
Benim penceremden görünen asıl Müslüman ölçülü bir anahtar gibidir. Hiçbir mevzuda tökezlemez, sıkıntı yaşamaz. Başarısızlığı dahi başarıdır onun, bilir ki esirgeyen bir, lütfeden birdir. Bu bağlamda zaman yönetimi, çizmek istediğimiz profilin ilk adımını teşkil ediyor. Öyleki zaman karmaşasını aşmanın reçetesini de veriyor Yaradan: Beş vakit Namaz.
          Günümüz cahiliyesinin gereğini hatırlayalım. Sabah geç saatte, belki öğlen uyanıp daha sonra kahvaltı  yapmadan okuluna giden üniversite gençliğimizin , gece  kuşların dahi uyuduğu bir vakitte , sanki yarasa gibi uyanık kalıp filmler seyredişi gece yarılarını geçen sohbetlerini önümüze koyalım. Ve tabii yine geç uyanış ve böyle süren bir kısır döngü. Gençliğimiz bu halde. Peki efendim bunun neresi yanlış nedir bunun doğrusu?
         Neresi yanlış kısmına şöyle cevap verelim. Bu tarz bir yaşamda insan gecenin karanlık 3-4 saatini gündüzün bereketli, aydınlık 6-8 saatine değişiyor. Güne asıl başlangıç vakti olan sabah namazında uyanmak bi yana dursun öğlene yakın uyanıyor. Ben şahsen Cuma namazını kaçırana rastladım. Böyle başlayan bir gün elbette verimsiz bir uykudan ötürü , yorgun  argın devam ediyor. Bunun nedeni de şu;
         Uyku dediğimiz şey aslında sadece gözleri kapamak değil. Asıl uyku dinlendirendir, bu dinlendirme de literatürde “melatonin” adı verilen uyku hormonu sayesinde olur. Bu hormonun salgılanması ışık varlığında minimuma iner ve insan gündüz ne kadar uyursa uyusun yeterince dinlenemez. Bu nedenle en verimli uyku 23.00 ve 5.00 arasındakidir. Bu saatlerde ufak sapmalar olabilir tabi. Yaratan yarattığı şeyi en iyi bilen olarak zaten sabah namazını emretmiş, “uyanın” demiş adeta. Bizlerse hala batılı yaşam tarzının bereketsiz sistemiyle devam ediyoruz. Sunu da unutmayalım. Sabah namazından sonra yatmayan biri , yani 6 saat uyku uyuyan bi insan da özellikle öğlene doğru müthiş bir yorgunluk hisseder. Bunun çözümünün bilimsel açıklamasını bulamadım ama Efendimiz s.a.s yetişti imdadıma, sünnette buldum aradığımı . Öğlen uyunan “kaylule” uykusu(15-25dk) bütün bu yorgunluğu neredeyse yok ediyor.
        Efendim yaptık dediklerinizi ne farkı olacak diye şöyle bir baktığımızda ne görüyoruz; fazladan 4 saatlik bir zaman, dinç bir vücut, kazanılan onca sevap ve düzene giren bir hayat.


Varmı başka dileğiniz? Bu kadarı bana yetiyor da artıyor J

MERHABA BEN

Nasılsın? Umarım bugün de telaşsızsındır. Merak etme, aramızdaki bu gizli kavga adı üstünde aramızda kalacak. Bazı geceler bana sırtını dönüp mışıl mışıl uyuduğun günlerden de bahsetmeyeceğim. Bahar lalelerinin etrafa yaydığı muazzam görüntü de bizim meselemiz değil, tramvayların çıkardığı gürültü de. Aramızdaki bağı kuvvetlendirmek adına bir şeyler karalamaya çalışacağım.
Çoğu zaman hayatın anlamını  oturup bir masaya bir matematik problemine bakar gibi çözmeye çalıştın. Aslında güzel günlerdi onlar azizim. En azından bir şeyleri düşünmeye başlamıştın. 'Bir şeylerin elinden de ben tutayım'ın ilk aşamalarındaydın. Çok toydun. Birileri sana 'şöyle şöyle' dese 'aaa şöyle şöyleymiş meğersem doğru olan.' diyecek kadar toy... O günlerde seni umur çemberine alan insanların zamanını ne de kolay tüketiyordun. Bir evin vardı başını içine soktuğun. Ninnilerden oluşan sesler arasında büyüdüğünü ne de çabuk unuttun. Ellerini tutan vardı yürümen için, ellerini tutan. Gözlerine bakıp mutluluğunu kontrol etmeye çalışan insanların emeği vardı üstünde. Ah anlatamam ben. Bugün çok efkarlanasım geldi. Oturup bu mektubu yazıyorum. Belki benden bu tepkiyi görmen gururunu incitecek, belki de bir daha yanında taşımayacaksın beni, sırlarını ortak etmeyeceksin. Canın sıkıldığında bana başvurmayacak;  gözlerini dikip hışımla, bakmaya bile yeltenmeyeceksin. Olsun ben yine bu mektubu yazmak için kalemime kuvvet vermeye geldim. Çoğu zaman aradığım bene ulaşılamayınca yazmaktan başka nem kaldı hem. Haysiyet bırakmadın ki benden azıcık kullanayım desem. Hayır, değil canım ben, değil bu sitem.
    Ah yalan dünya, eskiyen dünya, aldıklarını vermeyen, verdiklerini almak için sabırsızlanan dünya... Henüz bir bene mektup yazdığım günlerin acemiliğini çektiğim dünya. Duyuyor musun ben. Hala alıcıların açıksa sana bir şeyler vermeye geldim. Dünyaya ne de çok seslenesim var. Hem senin dünyana, hem de benim dünyama. Benim dünyamı alt üst eden sen, senin dünyanı alt üst eden yine sen. Dünyada merhamete aç ne kadar çok insanın olduğunu biliyordun. İnsanların suya ihtiyaç duydukları gibi merhamete de bir o kadar ihtiyaçları olduğunu da. İkisinin arasındaki tek fark suya susadığını bilir insan, ama merhamete susadığını bilemez, eğer ben gibilerini yaşatmayı beceremezlerse. Ah ben, senin de onlara dönüşmenden korkuyorum. Bu mektup bir korku mektubudur. Sen karmaşık iç dünyanda bir şeylere anlam vermeye çalışırken dünyayı benim gibilerin korkusu sarıyor. Her şeyin olması gerektiği gibi işlediğini düşünenlerden değilsin sen. Geceleri ben yanındaydım. Duyuyordum neler sayıkladığını. Hatta çoğu zaman bana söyleyemediklerin bilinç altına işlemiş olmalı ki, oralarda kendini gösteriyordun. Bunları söylemem için bana az vakit verildi ben. Günler birbirini kovalıyor. Cemal abinin dediği gibi 'Hayat kısa, kuşlarsa uçuyor...' Velakin kuşların uçması Edip amcanın avuçlarındaki gülün dönmesine mani değil. Haydi ben! Miskinlik kokusunu sürdüğün elbiseni çıkarmanın vakti geldi. Döndürmeye başla gülleri avucunda kırmızı bir akşamüstü... Birlik olup coşturmalıyız gönülleri, bu dağınık silsileden çekip çıkararak kendimizi. Üstüme gelme ben. Çok fazla Polyanna değilim. Bunları Polyanna fısıldamadı kulaklarıma. Bunları bana yazdıran sana olan inancımdır. Unutma bunu. Deme bana ki 'çok düşünüyorsun. Dünya incelere göre değil. Bu yüzden kırılıyorsun.' deme. Sana değil bu kırgınlığım emin ol. Her gece saçını tarayan kuşların sesini duymayanlara, attığın simitleri gören martıların gözlerindeki heyecanı göremeyenlere bu meydan okuyuş. Zalimin mazlumun ahını aldığı, mazlumun da zalimden insafı kaçırdıgı bugünlere benim keçilerimin kaçmasına izin vermenle aynı anda girmen mesele. Şimdi vakit ben olmanın verdiği bir benlikle kendine gelmenin vakti. Herkes seni küçük görürken ben sana değer veriyordum. Sana nasıl olduğunu soranlara cevabın hep aynıydı da, kulakları duymaz oluyorlardı onların. Biliyorum. Ben ne kadar anlatsam da içinde bir şeylerden haberdar olacak sensin. Biliyor musun aslında hiç geçmeyecek olandı içindeki. Aslında hangi sokak kapısına gitsen seni karşılayacak olandı. Bir ara duraksasan tekrar hareket ettirecek olandı seni. Bir ara hareket etsen tekrar durduracak olan da. Sahi senin neyin vardı bu kadar durağan olacak, neyin vardı her şeyden şikayet edecek? Hava-su bedavaydı. Bense yanındaydım. Senin neyin vardı? Ya da neyin yoktu mu demeliydim. Belki uzaktan çığlık çığlığa bağıran küçük, masum bir kızın dile getirmeye çalıştıklarının bir yansımasıydı sendeki bu suskunluk.  Belki yakından, sessizce konuşsan dilinden anlayacak birileri karşına mutlaka çıkardı. Çıkardı da çıkmaz bir sokakta içinden çıkılamayacak işlerin içinden çıkmak senin için büyük fedakarlıkların ortasından geçen küçük bir çıkardı. Sen kurtulsan, bir 'ben' kurtulsa bütün insanlığın iyileşeceğine dair umudun vardı çünkü. Ufacık bir merhamet ışığı koskocaman karanlığa sahip yolunu aydınlatabilecekti. İşte olan buydu. Sana nasılsın diyenlere cevabın hep buydu.
-Nasılsın küçüğüm?
-Aslında şey, siz beni ne kadar küçük görüyorsanız bir o kadar büyüğüm, VİCDANIM sağolsun. diyebilecek kıvamdaydın. İşte böyle derdin ve eklerdin: ' Siz nasılsınız?
                                                                                                                                          VİCDAN'IN...

                                                                                                                               Vicdan'ın...

ÖLDÜRMESİN NİNNİLER

Bir gün bütün harfler gömülecek; kurak topraklara, çöl sıcaklarının koynuna terkedilecek, mezar taşlarını umarsız rüzgârlar uçuracak bilinmedik memleketlere. Masumiyetine inanmadığımız sözcükleri alacaklar elimizden, geçirecekler boyunlarına bin katlı halatları… Ve biz bir şey yapmadan öylece duracağız. Elimizde -sildiğimiz bütün günahlarını dünyanın- mendiller kimi ağlaşıp kimi… Şiirler hiç olmadık mısrada bitecek. Hikâyelere doldurup doluşturacağız kahramanları, olayları boğacağız cümlelerle. Romanlar ise… 
Öyle günler gelecek ki şehrin gözlerinden uyku akacak kanla karışık; katı, acı, boğuk. Sokakların başında -o dar, kasvetli, uzun- kimseler beklemeyecek kırık lambaların altında. Yağmuru şemsiyelerin koynunda saklanmaya tercih etmeyen insanlar olmayacak, daha bir sarılacaklar metal aksesuarlarına. Caddeler toz duman, bavulu ile geçemeyecek bir genç kız karşıdan karşıya ve hiç başlamayacak başlaması gereken yaşamlar. Adımlar gelişigüzel dizilmiş parkelerine basmayacak sorumsuz belediyelerin, sigara izmaritlerine yoldaş olacak papuçlarımız.
            Böyle nerden geldiği bilinmedik cümlelerle geldik dünyanın taa orta yerine. Oturduk ve bir türkü tutturduk, gelene geçene aldırmadan. İyice yerleşeceğiz. İlkin rahat bir mindere oturtacaklar, koca bir ekran karşısına aynı kocalıkta bir de kumanda; işte birkaç fındık fıstık, hemen yanına mendil. Yönetmen ilk sahneyi çekmeye hazırlanacak böyle böyle… Değil miydi Afrika’ da açlıktan  -kemiklerinin bırakın sayısını sayma mevzularını- ölecek yavrucağın fotoğrafına midemizi memnun etmeye çalışırken acıyarak bakmamız. Sonrasında kardeşi, babası, amcası, oğlu vurulduğunda gözlerinin önünde, taşımayacak mıydı ölüm fermanı onun içinde yazıldığı sıralarda. Ölmeyecek miydi çocuklar elmanın cadı elinde getirildiği masalların penpembe gösterildiği dünyada, tatlı kokunun getirdiği vahşetle. İkiüçdörtbeşaltıyedi…………. 
            Kaç sahne daha çekilecek ki oturduğumuz yerden en konforlusundan en lezzetlisinden en kıyağından üzülmeleri bırakacağız. Gittikçe moda olan yardımlardan, bir gün ağlayıp öbür gün patlayasıya yemelerden, günlerden; altın günlerinden, kısırlardan, pastalardan, çaylardan, kahvelerden… Koltuk takımlarından. Düğünlerde orta yere getirilip takılan altınların hesabının kağıtlara kurnazca yazılmalarından. Hiçbir betimlemeyi hak etmeyenlerin tükürmelerinden, yere atılan izmaritlerden, topuk seslerinden, parfümlerden, amannnnnn sendelerden… Çarpık düşüncelerin düzgün hayatlarından, hayatlarından övgü ile bahsedenlerden.
            Kim hesabını verebilecek her gün binlerce çocuğun elinden alınan güneşlerden. Her gece hunharca katledilen yıldızlardan. Yağan yağmurun hakkını kim verecek, kanla boyarken yeryüzüne her dokunuşunda. Hangi rüzgar helal edecek coğrafyalara saldığı anaların bedduaların yükünü… Toprak sormayacak mı koynuna girdiğimizde, inadına haşereleri salmayacak mı.
            Dünyanın orta yerinden kalkma vakti gelmiştir. Nefsin zincirlerine takılan vicdanımızı kurma vakti… Kalkan ilk otobüse binip camına başını vura vura uyanma… Hıçkıran insanlığı dizlerine yatırıp sallama vakti…
            Şehrin gözlerinden uyku akmadan
            Son damlası akmadan kan çanağına dönen
            Daha fazla yüklenmeden anaların soğuk bedenlerini
            Bir babanın hiç olmadığı kadar çaresizliğini
            Çeyizleri paramparça olmadan gelinlik kızların
            Ve son çocuk da bombaların ninnisi ile gözlerini kapamadan
                                                                                            Uyanma vakti.

  Ümmügülsüm KARTAL

29 Nisan 2014 Salı

ÖZE DOĞRU

Hayretlerle doludur bu Kur’an’ın metodu. O insan fıtratına öyle bir noktada dokunur ki, hiçbir beşer bu noktaya dokunulması gerektiğini bile hesap edemez.
Seyyid KUTUB

Oku, ilk emir ve ilk kurtuluş reçetesi.

Kendisi bir mucize olan kur’an’ın ilk inen ayeti de mucize. Rabbim biz kullarına öyle bir reçete sunuyor ki Oku diyerek. Başta ilk indiği topluma, ardından günümüze aslında tüm nesillere ve çağlara ışık tutuyor Oku emri. Bu ışığın aydınlığında yürüyenler kurtuluşa eriyor. 
Okuma-yazma bilmeyen Resul’e oku demesi yaradanın, bir başka mucize. Demek ki bu oku(ma) için okuma-yazma gerekmiyor. Bu oku(ma) için; işitmek, görmek, hissetmek gerekli olacaktır. Oku, Yaradan Rabbinin Adıyla. O insanı sevgi ve alak(a)dan yarattı(96/1-3). Oku ki; seni yaratanını tanı, O’nu sev, O’na alaka kur.
Allah kullarıyla uzun bir aradan sonra ve son defa Cebrail a.s aracılığıyla tekrar irtibat kuruyor. Bu da demek oluyor ki Allah (c.c.) bir daha Cebrail (a.s.) aracılığıyla irtibata geçmeyecek. İndirdiği kur’an dinini tamamlayacak. Kendini dolayısıyla rablerini unutan kullara rableri hatırlatılacak. Bir tevhid hareketini ilk tohumları atılacak. Her harekette olduğu gibi başlangıçta atılan adımlar tüm süreci etkileyeceğinden rablerini unutmuş kullara, rableri kendini hatırlatacak. Onun içindir ki ilk emri iyi anlamamız iyi özümlememiz gerekiyor.
Ne demek yani, okuma-yazma bilmeyen bir kuluna Allah’ın ilk vahyi Oku oluyor. Bu Oku(ma)nın ardında, farklı bir okuma olduğu açık. Ardından gelen ayetler durumu bir nevi açıklıyor aslında. Yaratan ile aralarında bir iletişim bozukluğu olan bir toplumun ilişkilerinin düzene girmesi için bir ön çalışmadır oku(mak). Yaradan ile aralarında ki sevgi ve alaka eksikliğinin giderilmesi için bir reçetedir oku(mak). Yaradan ile aralarında bulunan aracıları(putları) yok etmek için bir araçtır oku(mak).
Okumadan insan içindeki boşluğu hisseder ama tanıyamaz.
Aslında insan, içinde var olan ama çevresinin kiriyle kirlenmiş, sevgi ve alaka eksikliğinden tozlanmış Özüne bir türlü ulaşamaz insan.
Oku(ma) da işte bu kir ve tozdan kurtuluş reçetesidir. Muhammed-ül Emin’in Hira’ya çıkaran hissettiği ama bulamadığı bu özdür. 
Orada rabbi ona kurtuluş reçetesini sundu Oku diyerek. Evet Nebi, ilk emri yerine getirecek, rabbini tanıyacak, rabbini sevecekti. Sevdikçe muhabbeti ve alakası artacaktı. İnsan okudukça tanır, tanıdıkça içindeki öze ulaşır ve özün gürlüğüne kadar gider bu süreç böylece.
Zaten asıl özgürlük özün gür olması değil midir?
Gerçek kulluk ancak özgür insanlardan beklenir. Böylece İslam’a giren özgürleşiyordu. Bunun içindir ki işkenceler, zincirler onların özgürlüklerini alamıyordu. İslam’a girenler zaten Allah’tan başka ilahları bırakarak özgürlüğü tadıyorlardı.
İşte Allah’ın gönderdiği bu ilk emir, insanların içinde ki öze ulaşmalarını sağlıyordu. Özlerini sarmış olan kir ve tozlardan kurtulmalarını sağlıyordu. Bu kiri ancak Allah’ sevmek ve Allah ile olan alaka temizleyecekti. Tabi bu sevgi ve alakayı bulmak Allah‘ı tanımaktan geçiyordu. Tanımak içim de okumak gerekliydi. Bunun içindir ki Allah’ın kullarına ilk emri oku oldu. Okuyan kurtuluyordu adeta. Okumayan, okumak istemeyen gittikçe rabbiyle arasına setler çekiyor, gittikçe rabbinden uzaklaşıyordu. Neticede müminler imanlarını artırıyor, kâfirlerde inkârlarını…
Son olarak, rabbini tanıyan ve seven kişi, rabbine karşı sonsuz bir güven duyar. Bunun neticesinde de Mekke müşriklerinin işkenceleri ona mutluluk veriyordu. Çektikleri bu sıkıntılar Allah için olduğundan, bu sıkıntılar onlar cennetin anahtarları hükmünde oluyordu. Ya ona bu işkenceleri yapan zalimler, adeta cehennem çukurlarını daha da genişletiyorlardı.
Rabbimiz biz kullarına ayetlerini gerektiği gibi okuyarak, oradan alacağımız reçetelerle birlikte gerektiği gibi bir kul olmayı nasip etsin.
ÂMİN

529 İDAM!

529 insanın idam kararı
5-2-9 .
tam 529...
Bakmakla görmek arasındaki farktı belki de herşey
Bakmak ama görmezden gelmek
Duymak ama duyarsız kalmak

Kör, sağır olmaktan farkı neydi bunun?
 'İnsan insanı savunmaya yatkındır.
Fıtratından uzaklaşmamış bir insan, yeryüzünün herhangi bir yerinde kardeşleri zulme uğrarken ona sahip çıkmak, onu zulümden kurtarmak ister.'
İstemelidir,
'hüznü vardır kalbi olanın' demişse birileri, bir yerlerde atılan nağralar rahatsız etmeliydi kulakları,
'mümin kardeşinin tırnağı kanasa, onu hissedendir diğeri' diyen bir devrimcinin izini sürmenin anlamı olmalıydı.
Nitekim yalnızca din adına değil insan olmamızın bir gereği olarak huzursuz zihinlerimizle başkaldırılara bir omuz da biz olmalıydık.

Peki bu sessizliğimizi saklayacak delikleri ne zaman kazdık?
Bir Gün gelirse, Hz. Ali'nin dediği gibi ' ya varsa'
ya 'ateşten bir halka' gibi takılırsa boynumuza bütün susuşlarımız?

çok geç olmadan diyordu
çok geç olmadan..!

Mısırdaki 529 idamı durdurma amacıyla düzenlenen imza kampanyasında stand başında durmakla başlamıştık eyleme
-ki sabrın diğer adıydı direnmek böyle bilmiştik-
bir sürü farklılıklarla karşılaştığımız insanlar arasında öyleleri de vardı ki,
umursamazı,
bin tane olsa yine atarım diyeni,
bazen güleni,
bazen söveni,
bazen de ağlayanı...

Uzaktan yaklaşık 1.90 boylarında yaşlı, ömrünü bastonuna dayamış, sırtına kederlerini takmış bir amca, dede, ne denirse işte
gelip gözünden yaşlar süzülerek imza attı, kağıda değil hepimize ve gelip geçenlerin hepsine bir çizgiydi karaladıkları,
ağlamıştı işte
dev gibi bir adam dev gibi hüznünü, bir kağıt parçasına dökmüştü işte...
Sonra mı ?
Sonra insanlar hala var olduklarını sanmaya devam etmişlerdi.

'Üç bilinenli bir denklemdi hayat;
Sabır,  şükür ve dua..'

Dik dur Mısır; Hz. Yusuf'un kokusu zulme maruz kalan her çoçuğun teninde şimdi.
Biz Aynı ümmetin çoçuklarıysak eğer
dev gibi değilsek mesela
yine de sesimiz çıkacak!
Bu bir insanlık dayanışması
bize sesleniyorum;
hepimize
haydi dev gibi seslerimizi yükseltmeye...!

Betül KAPTI

DELİ CESARETİ!

Sükûtun sözden kat be kat değerli olduğu şu zamanda yazmak:
Deli cesareti!
Lakin değil midir ki, O’nu arayanlar bulamaz fakat O’nu bulanlar sadece arayanlardır…
Salih bir niyetle ve sahih olduğunu düşündüğümüz insanlarla çıkıyoruz bu yola.
Belli mi olur! Belki de kendi kuyumuzu kazıyoruzdur. Belki darağacının ipini geçiriyoruzdur boğazımıza. Ve hatta belki bizi ayakta tutan iskemleye tekmeyi biz atıyoruzdur. Kızmayın bize, gülmeyin de!
Hayatı biraz daha anlama ve anlamlandırma adına buradayız. Yaşamanın fiziksel bir döngüden fazlası olduğunu düşünüyoruz.
Yaşamak, büyük cesaret!
Deli cesareti!
Yaşamak derken, bir görevi ifa edercesine yaşamalı insan.
Yaşam anlayışının temelinde kavramlar olmalı ve en tepesinde “adalet” yer almalı.
İnsanın kendisine, toplumuna ve dünyadaki tüm varlıklara karşı adil olması.
Ve ardından pratiğe geçmeli insan. Halatı boynuna geçirmelerini beklememeli. Baharın ilk çiçeği olmaya yeltenmeli.
Sevmeli, sevilmeli… Kabuklaşmış tüm kavramların kabuğunu kırıp yaşamalı.
Bunların yanında üzülmeli, ağlamalı ve bazı zamanlar başarısız olabileceğini kabullenmeli!
Böyle olmalı hayat, olumsuzluklara karşı ha bire isyan edip durmamalı.
Mutlu olurken diğer insanların mutluluğunu da isteyebilmeli!
Mutsuz olanları görünce huzursuz olmalı. Mutlu olabilmeleri için çabalamalı.
Adil olmak, deli cesareti!
Eğer yaşananlar huzursuz ediyorsa insanı, vicdanı el vermiyorsa olanlara
Tepki göstermeli;
Eliyle oldu eliyle, diliyle oldu diliyle, baktı olmuyor buğz etmeli gönlüyle.
Eğer niyeti salihse sürekli boş tenekeler gibi ses çıkarmamalı. Bir şey yapamasa da yapanlara engel olmamalı.
Ve en önemlisi, unutmamalı!
On dört asır evvel söylenenler, sadece on dört asır evveli için değildi!
İnsanoğlu önemsiz bir aygıtı dahi kılavuzuna bakmadan kullanmıyorsa eğer, kendinin değerli bir varlık olduğunu bilmeli ve kılavuzunu başucu kitabı yapmalı. Okumalı, düşünmeli, anlamaya çalışmalı.
Paylaşmalı!
Derdini, tasasını, sevincini, hüznünü…
Paylaşarak mutlulukların arttığını; mutsuzluklarınsa azaldığını aklından hiç çıkarmamalı.
Paylaşmak, deli cesareti!
Lise defterine birkaç kelime karalamak her ne kadar kolay olsa da, başka insanların okuyacağı, belki üzerinde düşüneceği yazılar yazmak bir o kadar zor. Olur ya, eksiğimiz, hatamız, yanlış bir bilgimiz olabilir. Bu tip durumlarda bize ulaşarak sorunu bildirirseniz minnettar kalırız…
Son olarak, gönüllü yazıyoruz lakin burada olmamızın asıl sebebi çocukluk hayallerimiz değil!
Okuduklarımız bize burada olmamız gerektiğini söylediği için buradayız.
Biz kelimeleri okurken onlarda nakış nakış işlendi içimize. Hemhal olduk onlarla. Bazı vakitler uzaklaşmak, kaçmak istedik. Fakat ne onlar bizim peşimizi bıraktı nede biz onlardan vazgeçebildik.
Derken kelimeler göründü bize. Bizim için düş olsa da onlar, vazgeçmedik düştük peşlerine.
Ve şimdi buradayız.
Niyetimiz odur ki, burada yazanlar bir meclis konuşması metni gibi değil de, muhabbet eşliğinde söylenen sözler gibi olur ve hep birlikte hayatı yorumlarız.Bakarsınız yazılan kelimeler dua niyetine geçer, kabul olur, çıkarız karanlıklardan aydınlığa…

ŞİRK!


İBRAHİM’İN Mİ YOKSA AİSOPOS’UN KARINCASI MI OLACAĞIZ?

            Hamd yalnızca alemlerin rabbi olan  Allah için;  salât Muhammet Mustafa(sav) için; selam ise onun temiz âli’nin, eshabının tamamı ve Allah’ın muttakı kulları üzerine olsun.


‘’Zalimler nasıl bir inkılâpla devrileceklerini çok yakında öğrenecekler’’                                                                                            (Şuara: 26,227).

 Öyle zannediyorum ki; yapacağımız her eylemde istediğimiz yönde değişim ve gelişim istiyorsak öncelikle amacımızı tam olarak belirlememiz gerekir.  İsmet Özel mü’mini; yaptığı işle ihya olan, ihya olmadığı işi terk eden kişi olarak tanımlıyor. Aslında inandığımız doğrultuda bir hayat sürebilmenin peşindeysek her an bu soruyla yaşıyor olmalıydık. Öyleki ben bu yazıyı niçin yazıyorum, ve sizler niçin okuyorsunuz? Bu eylemlerimiz bizi daha ne yapacak? Eğer cevaplarımız daha ahlaklı, daha karakterli velhasıl daha Müslüman olmak istikametinde ise doğru yoldayızdır, eyvallahtır.

            Hepimizin tekâmül etmesinde yadsınamaz emekleri olan ilkokul yıllarımızda mazlum ‘’ağustos böceği ile kâfir karıncanın’’ hikâyesini defalarca anlattılar ve karıncadan taraf olduk.  Belki de birkaç aylık ömrüyle faniliği temsil etmesi gereken ağustos böceği yaratıcının kendine verdiği görevi tamamlamış yumurtasını bırakmış böylece eleğini asmış ve dünyayı terketmiş olmalıydı. Fakat öyle olmadı. Yaz günü yiyip içen cırcır böceği kışın yiyeceğe muhtaç olup karıncanın kapısını çaldığında karınca onu ölüme terketmekle kalmayıp, yazın saz çaldın şimdi de oyna diye alay edip onuruyla oynadı. Halbuki o saz çalıp eğlenmenin değil, kur yaparak eş bulmanın, yumurtasını bırakıp fani dünyadaki görevini tamamlamanın peşindeydi. Fakat kapitalist karınca bunu anlayamamıştı.
            Bir de İbrahim’in karıncası vardı. Allah’ın Rasûlü ateşe atılacağı zaman, olayın akıbetini değiştirme ihtimali söz konusu bile olmadığını belki de en iyi kendisi biliyordu. Onun güçsüzlüğüyle alay eden kınayıcılara verdiği cevapla hepimize İbrahimi duruşu öğretmiş, yaratıcının kendine verdiği kulluk görevini tamamlayıp gitmişti. Evet, o küçücük bir karıncaydı. Ağzındaki bir damla suyla bırakın ateşi söndürmeyi, ateşe bile yaklaşmadan kül olacaktı. Ama en azından safı belli olurdu.

            Rahmetli Prof. Dr. Osman Turan Hoca dünyayı; bilinçli olarak iman edenlerle bilinçli olarak küfredenlerin kavga ettiği yer olarak tanımlıyor ve bu iki kısım insanların da toplumlarda yaklaşık olarak yüzde beşlik oranlarda bulunduğunu geriye kalan yüzde doksanlık zevatın ise hangi beşlik dilim işini daha güzel yaparsa ona itaat edeceğini bizlere yıllar öncesinden söylemiş, fani dünyadaki görevini tamamlamış ve gitmiştir.

            Yaptığımız işlerin ilahi anlamda başarıya ulaşabilmesi için amacımızı tam olarak belirledikten sonra belirlememiz gereken şey metodoloji yani nasıl yapılacağıdır. Müslüman kalmak ve İbrahim’i duruş sergilemek istiyoruz dedikten sonra karşımıza ‘’nasıl’’ sorusunun çıkması kaçınılmazdır.  İslami kaynaklarımızdan öğrendiğimiz kadarıyla evvel zamanda hak ile batılı ayırabilmek daha kolayken, modernizm ideolojisinin muktedirlerinin hakim olduğu bu çağda hak ile batılı ayırmak o kadar da kolay değildir. Sezai Karakoç, 
Kardeşim İbrahim bana mermer putları, Nasıl devireceğimi öğretmişti, Ben de gün geçmez ki birini patlatmayayım, Ama siz kağıttakileri ve kelimelerdekini ve sözlerdekini, nasıl sileceğimi öğretmediniz… diye yeşil sarıklı ulu hocalara seslenirken bizimle aynı zihinsel sancıyı yaşamış aynı çaresizliğin içine düşmüştü. Eğer dünya şirk ile tevhidin kavgasıyla süregeliyorsa kişiler şartlar ve olaylar değişse de temelde kavganın değişmediğine anlamamız zor olmayacaktır. Bütün kavgamız İbrahim’i duruş sergileyebilmek ve mü’min kalabilmek ise otorite olarak yalnızca Allah’ı kabul etmemiz gerekecektir. Bu doğrultu da Kuran-ı Kerim’den ve Rasulullah’in(sav) hayatından örnekler yolumuzu aydınlatacak, bizlere rehber olacaktır.
            Hz. Musa, Firavun iktidarının çeşitli zalimlikleri büyük bir titizlikle uygulandığı bir zamanda, ilahi hakikatleri bildirmek ve zorba idarenin ‘’azgınlıklarını’’ terketmesi için ilahi bir görevle görevlendirildi. Allah ona; ‘’ Şimdi artık Firavun’a git, şüphe yok ki, O pek azdı’’ (Taha, 20:24) emrini verdi. Hz. Musa’nın uyarılarına karşı Firavun’un ilk tepkisi oldukça tuhaftı. Hz. Musa’nın kendi yanında yani sarayda yetişmiş olmasını, Hz. Musa’nın söylediklerini dikkate almamanın gerekçesi olarak ileri sürdü. Bu tavrıyla, ‘’Bana nasıl böyle şeyler söyleyebilirsin, bir zamanlar sen de benimle birlikteydin. Bu söylediklerin sana yaptığım ikramlar karşısında nankörlük değil midir? anlamlarına gelen yakınmalarda bulundu. Halbuki problem, Hz Musa’nın hangi şartlarda yetişmiş olduğu ya da önceleri Firavun’a olan yakınlığı değildi. Hz. Musa kişisel durumlarını anlatarak Firavun’dan bir şeyler istiyor da değildi. Konunun kişisel hiçbir tarafı yoktu. Firavun’dan istenen; zalimliği, zorbalığı bırakması ve ilâhlık iddialarından vazgeçmesiydi. Fakat Hz. Musa’nın konuyu kişiselleştirmeyip, görevini ısrarla yerine getirmesi üzerine, Firavun bu sefer de konuyu bir başka yönden çarpıtmaya çalıştı. Hz. Musa’nın tebliğini, kendi zalim yönetimine muhalif karşıt ırkçı hareket olarak değerlendirdi.  Hz. Musa’nın bir zamanlar Kıptî’yi öldürmüş olmasını da karşıt ırkçı hareketin bir örneği olduğunu söyledi. Fakat Hz. Musa, Firavun’nun oyununa gelmedi. Konunun Firavunun zannettiği gibi kişisel iktidar hevesi ya da karşıt ırkçı bir hareket olmadığını ifade etti. ‘’Musa: ‘Ben o işi, henüz o anda sonucun ne olacağını bilmeyerek yaptım yani öldürmek için vurmadım. Sizden korkunca aranızdan kaçtım, ama daha sonra Rabbim, doğruyla eğri arasında hüküm verebilme yeteneği bahşetti ve beni peygamberlerinden biri yaptı’’dedi(Şuara: 26,21).  Hz. Musa olayı kişiselleştirmediğini yaptığı çağrının yalnızca Allah’a itaat çağrısı olduğunu şu sözlerle tekrar ifade etti. ‘O başıma kaktığın iyiliğe gelince, bu İsrail oğullarını köleleştirmenin bir sonucu değil miydi? (Şuara, 26:22) Evet, Firavun’nun, Hz. Musa’ya yaptıkları bir lütuf değildi. Firavunun zalimce politikaları olmasaydı belki de Hz. Musa saraylarda değil kulübelerde yaşardı ama annesiyle birlikte yaşardı. Firavunun olayları çarpıtma ve kişiselleştirme çabaları sonuç vermeyince asıl konuya girmek zorunda kaldı. Firavun: Bu alemlerin Rabbi de kim oluyor?’ dedi’ (Şuara, 26:23). Artık bu safhadan sonra tevhid-şirk çatışması başladı. Bir taraf ilahi hakikatleri hatırlatıp ona göre yaşamaya davet ederken, diğer taraf çeşitli gerekçelerle meşrulaştırılmış haksızlıkların, kötülüklerin, yalanların ve ihanetlerin savunuculuğuna devam etti. Bir taraf gerçek adaletin hakim olduğu bir dünyaya çağırırken, diğer taraf ilelebet içinden çıkılamayacak bir karanlığa çağırdı.
           
             Hz. Allah, Kuran-ı Kerim’de,  Musa(as)’ın risâlet sürecinden verdiği örneklerle müşriklerin kişilik ve karakterlerini, onların muktedir oldukları sistemlerin özelliklerinin hemen hemen hiç değişmediğini bu örneklerle gözler önüne serdi. Zalim müşrikler haksız zorba yönetimlerinin bekâsı için, sistemlerini en iyi, en güzel gösterme gibi bir çaba içerisinde olduklarını bildirdi. Büyük kitlelere haksız düzenlerini kabul ettirmek için her türlü tedbirleri aldıklarını bu süreçte hiçbir propagandadan kaçınmadıklarını ve genellikle de başarılı olduklarını dile getirdi.
            Bu örneklerle iman edenlerin kalpleri sağlamlaştırılıp, gidişatları desteklenirken; iman etmeyenlerin ya da dönemsel iman edenlerin kalpleri sarsılarak, bu tutum ve davranışları bir kez daha düşündürüldü. Hem dünyada hem de ahirette karşılaşacakları büyük bir azapla uyarıldılar.

            Selam ve dua ile…
                                                                                              TAHA Y.BACAKOĞLU

28 Nisan 2014 Pazartesi

TEKNOLOJİ ESARETİ

                                                    

         Teknoloji'nin hücrelerimize dahi işlemeye başladığı şu günlerde kendi ürettiğimiz makineların esiri olmaya başladık. Kendi yarattıklarımıza bağımlı hale gelir olduk, onlarsız yaşayamazmışız gibi geliyor bize ancak bu makinalar yokken yaşanılan hayatın tadını hiç bir şeye değişmem. Çünkü makinaların dışındaki hayat daha gerçek ve anlamlıdır. Kendi gündelik işlerimizi kolaylaştırmak için yaratılan bilgisayar,internet,telefon vb.makinalar bugün baktığımızda günümüzün çoğunu onlarsız  geçiremeyecekmişiz gibi  bir saniye olsun elimizden düşürmez hale geldik. Teknolojiyi kendi işlerimiz için kullanmamız gerekirken bir nevi teknolojiyi kendimize esir etmemiz gerekirken, teknolojinin esiri haline geldik. Sanal  aleme bağımlı yaşar olduk. Twitter,Facebook,İnstagram,Whatsapp vb. sosyal ağlar hayatımızın vazgeçilmezleri oldu.
       Peki hayatlarımıza,geleceklerimize,kişiliklerimize verdiği tahribatı hesaba katıyormuyuz? Bilgisayarı internet olmadan kullanabiliyormuyuz mesela oyun oynamak,sosyal ağlarda vakit geçirmek dışında teknolojinin hangi yönlerinden faydalanıyoruz.Kişisel gelişimimize  olumlu bir tek katkıda bulunmuyoruz. Teknolojiden anladıklarını iddaa edenlerin bilgisayarın dilinden haberleri yok herkes teknoloji uzmanı aynı zamanda teknolojiden anlamaz halde görsele önem vererek teknolojiyi kullanmaya çalışıyoruz.Trend olanı kullanarak  teknolojiden haberdar olduğumuzu göstermeye çalışıyoruz ancak bilmeyi tercih etmediğimiz şeyleri es geçiyoruz,yokmuş gibi davranıyoruz. teknolojiyi kullanmak için yarattık ancak teknoloji  şuan bizi ele geçiriyor ve kendisine  esir ediyor. Sosyal hayatta ortamlarda konuşmaktan,paylaşım içine girmekten kaçınır hale geldik,kitap,gazete vb. kağıt kokusu barındıran herşeyden uzaklaştıkça androide,teknolojinin kablolu yaşam tarzına itilerek onlarsız yaşayamaz hale getirildik. Kendi çabalarımızıda unutmamak lazım teknolojinin hep söylenen  "Doğru kullanılırsa İnternet çok faydalıdır" sözünde olduğu gibi interneti doğru kullanıyormuyuz diye kendimizi sorgulamamız gerekiyor aslında .
        Düşünüyorumda sosyal ağlar dışında  interneti,bilgisayarı teknolojiyi gerektiği gibi kullanmak mı istiyoruz? yoksa kullanamıyormuyuz?

         Demem o ki teknolojiyi kendimize esir etmek mi istiyoruz? Yoksa teknolojiye esir olmak mı istiyoruz? Cevabı siz vermelisiniz .